Karmaşık yapımızdan mı dna sarmalından mıdır bilinmez ama son derece anlaşılmaz bir yapımız var. Asla tatmin olmuyoruz ve her zaman daha fazlasını istiyoruz. Hırs ihtiras ve pek çok olumsuz olguyu bünyemizde barındırabiliyoruz...
Aslında en büyük zararı da kendimize veriyoruz.
İhtiras ve hırsla yaptığımız her fiilin sonucunda zararlı çıktığımızı deneyimlediğimiz halde bir sonraki seferde yine aynı hatayı yapıyor ve zinciri devam ettiriyoruz. Sonlu yaşamlarımızda sonsuz hırsa ve ihtirasa sahip olmamız ne garip...
Bu eleştiriyi de kabul etmiyoruz belki de etmek istemiyoruz.
Uhud dağı kadar altınımız olsa bir o kadar daha olsun istiyoruz...
Fıtratımızda bu var sadece bir bahane... Belki de sığındığımız geçici bir liman...
Ancak o koca fırtınadan kaçarken fırtınanın kendimizden kaynaklandığı gerçeği ise koca bir hiç oluveriyor gözümüzde...
Kendimizi ne kadar tanıyoruz?
O ne biçim soru be? Elbette beni benden daha iyi kim bilebilir?
İşte aslında o durum pekte öyle değil. Kendimizi hiç tanımıyoruz. Zaten tanımak içinde zerrece çaba sarfetmiyoruz... Kendimizi içsel güdülerimizden ve aynada ki silüetimizden ibaret sanıyoruz...
Aslında çok daha fazlası var ... Görmekle bakmak arasında ki farkı irdelemeye başladığımız gün gerçeği görerek aydınlanmamız kaçınılmaz olacaktır. İşte o gerçekle yüzleşmeye cesaretimizin olup olmadığını ise bize yaşadığımız hayat söyleyecektir...
İyi ile kötünün mücadelesinde hangi tarafta olduğumuz ise sınav öncesi sonuca dair bir fikrimiz olmasını sağlayacaktır. Mesele kalmak ya da geçmekte. Geçerken de pekiyi ile geçebilmekte...
Yaşamın başladığı andan bu güne pek çok şeyi değiştirenbilirdik oysa. Fakat bunu yapma zahmetinde bulunmadık. Bulunanları da ellerimizle bile isteye sonsuzluğa uğurladık
Oysa ki bu yazıyı yazarken ne kadar çok isterdim Habil ve Kabil ile başlayan bu tutarsızlığın bu yazıyla son bulmasını ve ne çok isterdim dünyanın daha yaşanılır bir hal almasını...
Akan her damla kanın son bulmasını...
Daha yaşanabilir bir dünyanın Orhan Babanın şarkılarında kalmamasını...